İMO İstanbul Şube YK üyesi Özer Or, “Kanal İstanbulla kuzeye büyümenin “İstanbul’un akciğerleri” olan Kuzey Ormanları’nı zaman içinde yok edeceği açık” dedi.
Özlem Çakmak’ın Evrensel’de yer alan haberine göre, İMO İstanbul Şube Yönetim Üyesi Özer Or Kanal İstanbul projesi çeperinde 22 bin hektarlık alanın rezerv alan ilan edilmesini Evrensel’e değerlendirdi.
9 Kasım’da kentsel dönüşüm yasası olarak da bilinen 6306 sayılı kanunda yapılan değişiklikle yerleşim yerlerinin de rezerv alan ilan edilebilmesinin önü açıldı. Kamuoyunda mülkiyet tartışmalarına neden olan değişiklikle ilgili İstanbul Büyükşehir Belediyesinin (İBB) hazırladığı raporda İstanbul’daki rezerv alanların yerleri tespit edildi. Rapora göre 6306 sayılı yasa değişmeden önce 22 bin hektarı Kanal İstanbul projesi çeperinde olan toplamda 38 bin 830 hektar büyüklüğündeki bölge rezerv alan ilan edildi. Kanal İstanbul çevresinde İstanbul’a ek yaklaşık 3 milyon nüfusun taşınması planlanıyor.
İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Özer Or, 22 bin hektar alanın Kanal İstanbul Projesi çevresinde olması ile ilgili sorularımızı yanıtladı. Kanal İstanbul’un deniz ulaşımı projesi değil, rant yaratma projesi olduğunu vurgulayan Or, “Yeni hayali bir projeyle ilişkilendirilerek yatırım olarak sunulmuş ve kabul görmemiş yapılaşma kararları bu kez deprem korkusu üzerinden İstanbul’a tekrar dayatılıyor. İstanbul’un sorunlarının hiçbiri kuzeye doğru yeni arazilerin yapılaşmaya açılmasıyla ortadan kalkacak veya azalacak cinsten değildir” diye vurguladı.
“KANAL GÜZERGAHINDAKİ ARAZİLERLE İLGİLİ NİYETLERİNDEN VAZGEÇMEDİLER”
Rapora göre 38 bin 830 hektar büyüklüğündeki bölge rezerv alanı ilan edildi. 22 bin hektar alan ise Kanal İstanbul güzergâhından geçiyor. Bu ne anlam ifade ediyor?
Gündeme getirildiği ilk andan itibaren Kanal İstanbul’un, deniz ulaşımına dair bir proje olmaktan öte yeni rantlar yaratma ve bazı kişi ve gruplara aktarma niyetiyle gündeme getirilen bir imar projesi olduğunu ifade etmiştik.
Kuzey Marmara Otoyolu, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Üçüncü Havaalanı, Çanakkale Köprüsü yapılmış planlarla bağdaşmayan bambaşka kurguların ürünleri olarak tamamlanmış halde karşımızda duruyor. Birbirleriyle ilişkileri içinde bütün olarak değerlendirdiğimizde bu projelerin İstanbul’u kuzeye doğru genişleterek büyüteceği, bu büyümenin de tarım arazilerini ve “İstanbul’un akciğerleri” saydığımız Kuzey Ormanları’nı zaman içinde yok edeceği açık. Bugünden bakınca Kanal İstanbul’un kuzeydeki bu yeni alanların yapılaşmaya açılmasına toplumu ikna etmenin araçlarından biri olarak kullanıldığını anlıyoruz.
2019’da yerel seçimler AKP tarafından adeta Kanal İstanbul konulu bir referanduma dönüştürülmüştü ve o seçimi kaybettiler. Fakat ne projeye dair söylemlerinden ne de kanal güzergahı sayılan bölgedeki arazilerle ilgili niyetlerinden vazgeçmediler. İBB’nin el değiştirmesi bu sürece ciddi bir engel oluşturdu. Mevcut İBB yönetimi İstanbul’da hayatın daha fazla zorlaşmaması, sorunların daha fazla büyümemesi için nüfusu ve yapılaşmayı artıracak kararlardan kaçınmaya çalışıyor. Hükümet tarafından alınan pek çok plan değişikliği kararına karşı da hukuk çerçevesinde mücadele ediyor.
“DEPREM KORKUSU ÜZERİNDEN İSTANBUL’A TEKRAR DAYATILIYOR”
İçinde bulunduğumuz yerel seçim sürecinde ise Kanal projesinden aday ve partisi bahsetmediği gibi soru olarak yöneltilmesinden dahi rahatsızlık duyuyorlar. Fakat açıklanan projelere baktığımızda burada yine İstanbul’un kuzeyindeki arazilerin yapılaşmaya açılması ve kentin o yönde büyütülmesinin amaçlandığı anlaşılıyor. Uzun süredir ağır bir ekonomik krizin içindeyiz ve krizi aşmak için uygulamaya konan sözde rasyonel politikalar halkı gün geçtikçe daha da yoksullaştırıyor, istihdamı daraltıyor, temel ihtiyaçların giderilmesini dahi zorlaştırıyor. Belki bu ağır kriz koşullarında ve deprem bölgesinin yeniden inşası, yaşamın normalleştirilmesi için büyük kaynaklara ihtiyaç varken Kanal projesinden bahsetmenin sempati yerine antipati yaratabileceğinden çekiniyorlar. O nedenle yeni bir gerekçe olarak şehrin deprem güvenliği öne sürülüyor. Sanki Kanal İstanbul olmuş bitmiş bir projeymiş, her şeyi hazırmış da İstanbul’un deprem risklerinin azaltılması için hem proje için kullanılacak kaynaklardan hem de proje güzergahındaki arazilerden taviz veriliyormuş, fedakarlıkta bulunuluyormuş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanı’nın Kanal Projesi çevresindeki arazilerin bir kısmının depreme dayanıklı yeni konutların yapımı için kullanılmasına izin verdiği ifade ediliyor. Kanal projesiyle birlikte yeni bir uydu şehir projesi de gündeme gelmişti, nüfusunun yaklaşık 1 milyon olabileceği söyleniyordu ama artık bununla sınırlı kalmak istemediklerini görüyoruz. Şu an rezerv alan olarak ilan edilen bölgelerin genişliğine ve buralardaki yapılaşma potansiyeline göre 2 milyon 800 bin kişilik bir nüfusun barınabileceğini öğreniyoruz.
Yeni hayali bir projeyle ilişkilendirilerek yatırım olarak sunulmuş ve kabul görmemiş yapılaşma kararları bu kez deprem korkusu üzerinden İstanbul’a tekrar dayatılıyor. İstanbul’un sorunlarının hiçbiri kuzeye doğru yeni arazilerin yapılaşmaya açılmasıyla ortadan kalkacak veya azalacak cinsten değildir. İdareciler gerçekçi ve kalıcı çözümler arıyorsa toplumla, üniversitelerle, meslek kuruluşlarıyla iş birliği yapmayı yani bilimle, teknikle, şehircilik ve planlama ilkelerine göre çalışmayı öğrenmeliler.
“BİR ŞEHİR KONUTLARDAN İBARET DEĞİLDİR”
Ayrıca İstanbul genelinde ilan edilen rezerv alanlarda hali hazırda 417 bin nüfus barınıyor. Buradaki halkın akıbeti ne olacak?
Burada yaşayan nüfusa yeni yapılaşma bölgelerinde yaşamaları için belki bazı şanslar tanınabilir fakat geçmiş deneyimlere göre öngörebiliyoruz ki oluşturulan yeni yapay yerleşim alanları şu anda bu bölgede yaşamakta olan nüfusun sosyoekonomik şartlarına uygun olmayacaktır. Bu bölgedeki nüfusun bir kısmı geçimini tarıma dayalı işlerden sağlıyor, bir kısmı gündelik işlerde çalışan yoksullar. Kentsel dönüşüm projelerinin bizim bakış açımızla genel başarısızlığının burada da karşımıza çıkmasını bekleyebiliriz. Bir şehir konutlardan ibaret değildir. Bina yapmak toplumsal yaşamı kurgulamak için yeterli değildir. Bir yerleşim alanını yeniden kurgularken dikkatli olmazsanız, bunu bir inşaat yatırımı olarak görürseniz oradaki insanların yaşam alanını ve kültürünü yok etmiş olursunuz. Bu da onları uyum sağlayamayacaklarını hissettikleri yeni durumda yaşam alanlarını terk etmeye, başka bölgelere göçe zorlamak anlamına gelir. Bu olası sorunların çoğuna Kanal İstanbul’un ÇED Raporu’nun eklerinden biri olan Sosyal Etki Değerlendirme (SED) Raporunda da değiniliyordu ve net bir çözüm önerilemiyordu. İBB’nin düzenlediği Kanal İstanbul çalıştayında bu konular ayrıntılarıyla tartışılmıştı.
“DÖVİZ İÇİN GAYRİMENKULLER YABANCILARA SATILIYOR”
İBB’deki rapora göre rezerv alanı ilan edilen bölgeye yaklaşık olarak 3 milyon nüfusun taşınması planlanıyor. Bu durumun İstanbul’a etkisi ne olur?
Evvela şunu sormalıyız? Rezerv alan deprem tehlikesine karşı riskleri azaltmak amacıyla kullanılan bir kavram. Rezerv alan ilan edilen bölgelere gelecek bu üç milyonluk nüfus İstanbul’un içinden mi gelecektir? Biliyoruz ki hükümet bu bölgedeki gayrı menkullerin başta Arap ülkeleri vatandaşlarına olmak üzere yabancılara satılarak döviz getirisi sağlanmasını teşvik ediyor. Türkiye, belli bir değerin üzerinde gayrimenkul satın alanlara pasaport, yani vatandaşlık hediye ediyor. İstanbul’un içinde şu an bizim vatandaşımız olmayan yüzbinlerce insan yaşıyor. Onların da ekonomik durumu iyi olanların gayrimenkule yoğun ilgi gösterdiklerini biliyoruz. Öyleyse bu üç milyon kişinin ne kadarı gerçekten riskli alanlardan, riskli binalardan gelecektir? Neye göre seçileceklerdir? Kentsel Dönüşüm uygulamalarından biliyoruz ki hükümetin riskli alan ilan ederek dönüşüme açtığı alanların pek çoğu risk öncelikleri açısından İBB’nin belirlediği alanlarla uyuşmuyor. Yıllardır yapılması gerektiğini söylediğimiz yapı stoku envanter çalışması hâlâ tamamlanmış değil. İstanbul’daki yapıların yüzde 65’inin 2000 yılı öncesinde yapıldığı gerekçesiyle yaklaşık 800 bin yapının riskli olduğu iddia ediliyor. Bu yapıların 3 milyondan çok daha kalabalık bir nüfusu barındırdığı açık. Öyleyse risk önceliklendirmesi nasıl yapılacak? Elde bina bazlı somut bir veri yok. Buraya nakledilen nüfusun boşalttığı alanların nasıl değerlendirileceği belirsiz. Oralarda yaşayanların dönüştürülecek yeni alanlarda nasıl hak sahibi olacağı belirsiz. Hem hükümetin hem de İBB başkan adayının açıklamaktan kaçındığı pek çok konu, yanıtlamaktan kaçındığı pek çok soru var. Bunlar ve benzeri sorulara açık yanıtlar alamadığımız halde onlara güvenmemiz, irademizi teslim etmemiz, haklarımızdan vazgeçmemiz ve alınacak her karara kayıtsız, koşulsuz rıza göstermemiz bekleniyor. Böyle bir anlayışla ülkenin yönetilemediğini, İstanbul’un da yönetilemeyeceğini görüyoruz.